Her zaman vardı, geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde çok yükselmişti, ama Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik hayranlık bugünlerde adeta zirve yapmış durumda.
“Osmanlı” her yerde.
Televizyonda, haber bültenlerinde sürekli adı geçiyor, tartışma programlarında o tartışılıyor. En çok izlenen diziler, Osmanlı tarihinden hikayeler anlatıyor. Osmanlı tarihiyle ilgili yapılan her dizi tutuyor, reyting rekorları kırıyor. Osmanlı hanedanının kurucusunun babası olan Ertuğrul’un hikayesini anlatan dizi devlet kanalında yayımlanıyor ve yıllardır reyting rekorları kırıyor. Bu aralar İstanbul’a uğradıysanız, yeni başlayacak olan ve İstanbul’u fetheden Mehmed II. Mehmed’i anlatan dizinin reklamlarına mutlaka bir yerlerde rastlamışsınızdır. Metroda, otobüslerde, billboardlarda, her yerde o var. Bir de yine devlet kanalında yayımlanan ve Osmanlı Devleti’nin son padişahlarından olan II. Abdülhamid’in hikayesini anlatan bir dizi var. Onun da reytingleri çok yüksek.
Abdülhamid II, şu aralar özellikle gündemde.
* * *
Uyguladığı “İslam birliği” politikası ve Avrupalı güçlere karşı aktif olarak kullanmaya çalıştığı “halife” unvanı sebebiyle, zaten Türkiye’deki dindar muhafazakâr siyasi çevre tarafından yıllardır çok sevilmesinin yanında, Türkiye hükümetinin tam da şu anda uygulamaya çalıştığı dış politika için de uygun bir propaganda malzemesi durumda. Ve hatta iç politika için de…
Türkiye’yi 15 yıldır yöneten iktidardaki dindar muhafazakâr parti (Adalet ve Kalkınma Partisi), kökleri 1960’lara uzanan milliyetçi muhafazakâr partiyle (Milliyetçi Hareket Partisi) seçim iş birliği yapma kararı aldı ve birlikte bu “ittifak” için gerekli yasaları parlamentodan geçirdiler. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), yıllardır Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan’a karşı muhalefet eden bir partiydi. MHP liderinin Erdoğan için geçmişte söylediği bazı sözler o kadar ağır ki, siyasetten anlamayan biri, birbirlerine bunları söylemiş kişilerin nasıl bir araya gelebildiğine şaşırıp kalacaktır. İşin sırrı ise, Erdoğan’ın iktidarının başından beri sürdürdüğü ve Kürtleri kucaklayan “barış” politikasını bırakıp son birkaç yılda net bir şekilde “Kürt karşıtı” bir politika izliyor olması. MHP lideri Devlet Bahçeli bu durumdan o kadar memnun ki, onun hakkında geçmişte söyledikleri yüzünden dalga geçilmeyi zerre umursamadan, Erdoğan’a tam destek veriyor.
AKP-MHP ittifakı, aslında sadece bir seçim ittifakı değil, Türkiye’nin gitmekte olduğu dindar ve aşırı milliyetçi geleceğin habercisi. Afrin’e yönelik devam etmekte olan operasyon, ülkedeki aşırı milliyetçi havayı da besliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri, Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte, 100 yıl önce “Osmanlı” olan ve 100 yıl önce kaybedilmiş topraklarda ilerliyor. Henüz harekât tamamlanmamış olsa da, ilk başta çok yavaş ilerlenmiş olsa da, Türkiye’de şimdiden bir zafer ve fetih havası esiyor bile. “Türkiye artık 100 yıl önce ona dayatılan sınırlarına sığamıyor” gibi cümleler, iktidar yanlısı çevrelerden sürekli duyuluyor.
Bu süreçte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Osmanlı padişahlarıyla özdeşleştiriliyor. Gerçekten de Erdoğan, özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası uygulanmaya başlanan ve muhtemelen daha uzun yıllar devam edecek olan “olağanüstü hâl” sürecinde muhaliflerini susturmak için yaptıklarıyla kendi iktidarını öyle bir hale getirdi ki, bunu bir “tek adam yönetimine” yani monarşiye benzetmek pek de yanlış olmaz. İşin daha kötüsü, Erdoğan Türkiye’yi öyle bir hale getirdi ki, onun gitmesi durumunda Türkiye’nin şu anki dış politikasını sürdürmesi mümkün değil. Çünkü yürütülen politika, Türkiye’nin değil Erdoğan’ın politikası.
Eğer Erdoğan seçimi kaybeder ve iktidar değişirse, Türkiye’nin şimdiki gibi dine dayalı, mezhepçi bir askeri dış politikayı sürdürmesi imkânsız. Onun Katar’la kurmuş olduğu ilişkiler sayesinde gelen sıcak parayla ayakta duran ekonomi, onun gidişiyle ayakta durmaya, işlemeye devam edebilir mi? Yoksa Erdoğan’ın gidişi büyük bir ekonomik krizi mi tetikler? Yani gerçekten de Erdoğan, devleti, başında kendisi olmadan ayakta kalamayacak bir hale getirmiş olabilir.
Kendi ilan ettiği anayasanın ve meşrutiyetin gereklerini uygulamayan, 30 yıl boyunca ülkeyi tek başına yöneten II. Abdülhamid, bizzat Erdoğan tarafından da sevilen ve övülen bir padişah. Onu övmek için yıllardan beri söylenen en klişe cümlelerden biri şudur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş döneminde tahta çıktı ve devleti tek başına 33 yıl boyunca hiç toprak kaybetmeden yönetti”. Hatta peşine de şu eklenir: “O tahttan indirildikten sonra 10 yıl içerisinde devlet yıkıldı”. Evet, Abdülhamid gerçekten de uyguladığı denge siyasetiyle devletini maceralardan korudu. Ama onu övenler, onu övmek için kurdukları cümlenin aslında onun başarısızlığını da anlattığını fark etmiyorlar. II. Abdülhamid, 1909’da tahtan indirildi ve Osmanlı Devleti, onun öldüğü yıl olan (kalan hayatını oda hapsinde geçirmişti) 1918’de fiilen yıkıldı. Yani onun 33 yıl boyunca yönettiği düzen, onun gidişinin ardından 10 yıl bile dayanamadı.
Bugünün muhafazakâr iktidarını destekleyen tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin sonunu getirenin, II. Abdülhamid’i devirenlerin verdiği yanlış kararlar olduğunu söyler ve bütün suçu onlara atarlar. Ama, Abdülhamid’in uygulamaya çalıştığı Panislamizm politikasının I. Dünya Savaşı’nda girdiği testte başarısız olduğunu genellikle göz ardı ederler. Abdülhamid, gerçekten de, 30 yıl boyunca hemen hemen hiç toprak kaybetmeden ülkesini yönetti. Ama ülkesinin parçalanmasını sadece erteledi, ülkeyi bir arada tutacak bir çözüm bulamadı, sadece günü kurtardı.
Erdoğan, görünen o ki, Putin’den aldığı destekle ABD’ye istediklerini kabul ettirip Afrin’in tamamını kontrol etmeyi başaracak ve Menbiç’te de istediğine yakın bir sonuç elde edebilecek. Afrin’deki askeri başarısını da seçimlerde oya dönüştürüp 2019’da tekrar Cumhurbaşkanı seçilecek. Yaratmakta olduğu dindar ve milliyetçi toplum da, hem onun ölene kadar iktidarda kalmasını hem de ölümünden sonra arzu ettiği gibi kendi ailesinden bir veliahttın yerini almasını sağlayacak. Diyelim ki her şey bu şekilde, Erdoğan’ın istediği gibi oldu, ya sonra?
Bugün Erdoğan ve ortaklarının uyguladığı aşırı Türk milliyetçisi politika, Kürtlerin birkaç yıl öncesine kadar samimi olarak benimsedikleri “Türkiye’nin içerisinde bir Kürt olarak yaşamak” isteğini gün ve gün öldürüyor. Kürtlere verilen mesaj adeta “Kürt olmak istiyorsan Kürdistan’ı kurmak zorundasın, Türkiye’de Kürt olamazsın” şeklinde. Erdoğan’ın buna karşı elindeki tek silahı, din ve mezhepçilik kartı. Dindar Sünni Kürtlerin kendisini desteklemeye devam edeceğini, PKK gibi laik-feminist bir örgüte hiçbir zaman meyletmeyeceklerini düşünüyor. Bu düşüncesinde ne kadar haklı olduğunu, önümüzdeki yılki seçimler gösterecek. Eğer, bazı karamsar muhaliflerin tahmin ettiği gibi olağan üstü hal devam ederken yapılan seçimlerde iktidar lehine büyük çaplı hileler yapılmazsa, AKP, kurulduğu günden beri Türkiye’nin güneydoğusundan aldığı en düşük oy oranını bu seçimlerde görebilir.
Erdoğan yanlısı medya, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olarak görülen PYD’yi Fırat’ın batısından kovmayı bir başarı olarak sunup hükümetin çok büyük bir iş başardığını söyleyecektir. Oysa AKP yerine laik bir hükümet başta olsaydı, IŞİD, Türkiye toprağı olan Süleyman Şah’ın mezarını tehdit ettiğinde, mezarı yerinden söküp kaçmak yerine IŞİD’le savaşır, şu anda hem Fırat’ın doğusunda hem de batısında Suriye Demokratik Güçleri’nin hakimiyetinde olan toprakların büyük bölümü zaten Türkiye tarafından kontrol ediliyor olurdu. Hatta daha öncesinde, Türkiye, “Kobani’deki Kürtleri kurtarmak” için Suriye’ye girebilir; hem Suriye’nin doğusunda PYD’nin hâkim olmasını engeller, hem de “Kürtlerin kurtarıcısı” olarak Türkiye’deki Kürtlerin de Türkiye’ye daha gönülden bağlanmalarını sağlayabilirdi. Ama Erdoğan bu seçenekler yerine IŞİD’le kaçak petrol ticareti yaparak kişisel gelir elde etmeyi tercih etti!
Putin, Türkiye’yi ABD’den daha da uzaklaştırmak için Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini desteklemeye devam edecek gibi görünüyor. Beşar Esad da Putin’in bu politikasına “mecburen” göz yumuyor. Esad belki de Erdoğan’ı ABD ve PYD’ye karşı bir geçici bir müttefik olarak görüyor ve Suriye’deki varlığını içten içe istiyor da olabilir. Bu koşullarda Erdoğan Türkiye’si, PYD’nin Fırat’ın batısında hakimiyet kurmasına engel olmayı eninde sonunda başaracaktır. Ancak ABD’nin nihai amacı da, Türkiye’nin bu hedefine ulaşmasını olabildiğince zorlaştırarak, Fırat’ın doğusunda PYD’nin kalıcı varlığını kabul etmeye zorlamak olabilir.
* * *
Önümüzdeki uzun yıllar boyunca Türkiye siyasetine hâkim olacak aşırı milliyetçilik, zamanla Türkiye’deki Kürtleri Türkiye’ye bağlayan tek şeyin baskı ve korku olmasına neden olacaktır. Böyle bir politikanın kaçınılmaz sonucu ise, Türkiye’nin askeri olarak güçsüz olduğu ilk anı, Kürtlerin ayrılmak için bir fırsat olarak görmesi olacaktır. Bugünün milliyetçi Türkleri için kabul edilemez olan kırmızı çizgi, Suriye’de Fırat nehrinin batısında Kürt hakimiyetiyken; geleceğin Türk milliyetçilerinin kırmızı çizgisi Türkiye’de Fırat’ın batısında Kürt hakimiyeti olabilir!
Erdoğan’ın 30 yıllık iktidarının bitmesinin ardından kargaşaya sürüklenen Türkiye, 10 yıl içerisinde bir iç savaşla birlikte parçalanırsa; bunun sebebi bugünkü aşırı milliyetçilik olacak. Ama böyle bir durumda bile, geleceğin dindar, milliyetçi, muhafazakâr Türk tarihçileri, Erdoğan için, “30 yıllık iktidarı boyunca Türkiye’nin bölünmesine ve toprak kaybetmesine engel oldu. Her şey, ondan sonra gelenlerin suçu” diyecektir.